17 Haziran 2012 Pazar

hable con ella

pedro almadovar'ın habla con ella adlı filmi,
operada önce duvara koşan, acılar içinde duvara koşan, daha sonrasında ise duvarın bir sınır olmadığını, ardından bir şey gelmediğini anlayarak, ondan uzaklaşmaya çalışan, ancak duvar tarafından bir mıknatıs gibi çekilerek kısır bir döngüye, kadere razı olmak duran dansçıların hayat denilen can çekişmesiyle açılıyor. duvarın dibinde düşüyorlar ve ayakları havaya kalkıyor. ruhları diriliyor, hayalet oluyorlar. duvar sahnesi içinde yer almayan bir erkek dansçı, diğer dançıların hayaletinden kurtulmaya çalışıyor, ancak anılar onu bırakmıyor.
drastic: esaslı,etkili, kesin
chauvinism: şovenizm
 lydia y marco
perspiration: ter
armpit: koltuk altı
varios meses despues: after a few months
nuns: rahibeler
havuzla arınma sekansı çok klasik olmaya başlamadı mı?

Cucurrucucú Paloma


resuscitation: canlanma
marco zuloaga
bestiality: acımasızlık
coprophagy: dışkı yeme.
alicia y benigno
cuatro anos antes
lousy alçak
kendini sevdiklerine göre şekillendiren adam/hemşire
marco y alicia
the end




chauvinisimŞovenizm
"Let's Shake England" diyordu küçük çocuk. "Come on" diye de devam ediyordu metro istasyonun cadde çıkışında ki gri duvarın dibine, altında süper marketten rica minnet aldığı kutunun üzerine serdiği eski püskü bir battaniyenin üzerinde oturan, yalnız ve koyu esmer tenli, yetenekli ve meteliksiz saksafoncuya çocuk. Sanki bir şenliğe ya da bir oyuna çağarıyormuş gibiydi adam. Sokak sanatçısı Jim ise yıllardır, kendi özgür ve zedelenmiş iradesiyle üzerine dökdüğü ve yeni karakterinin kök saldığı ölü toprağını atamamanın eksikliğini duyuyordu. Hayat ona hiç bir şekilde iyi bir şey sunmamıştı. Sunduklarını ise o kabul etmemişti. İşte ne zamandır yalnızdı. Sevdiği kadın, sevdiği eylemler, hoşuna gidebilecek herşeyden kopmuş/koparılmıştı. Şimdi bir çocuk onu bu toprağı atması için teşvik ediyor.
Ayağa kalktı ve ne yaşarsa yaşasın bu metro çıkışına bir daha oturamayacağına söz verdi. Çocuk seke seke yolun sonundaki ışıklara kadar gelmişti. Etraftaki herkes çocuğu

Başkaları


Onu ne hale soktuklarının farkında değildiler. Akıllarında ve beyinlerinde ve her hareketlerinde bir tane gayenin izine rastlanırdı: para. İnsanin hayatına devam etmesi için yegane sahip olması gereken para, onlara yardım etmene yardım edecek para, mutlu olmasan da rahat bir hayat kurmana yardımcı olacak pezevenk para, lanet olasıca para.
Elinde ve aklında hiçbir şey olmayan bir roman karakteri gibiydi. Roman karakteriydi çünkü her romandaki gibi kaderi salak ve egoist bir yazarın, ilahi yaratıcının elindeydi. Onun zamanının ilahi yaratıcısı ise paraydı. İnsanlar çoktan putlara tapmaktan sıkılmıştı, sözde, tanrıya inanıyorlarda ama, paranın insan hayatında bu denli önem oynaması akla kendi yaptığı puta tapan insani getiriyordu. Roman karakteriydi çünkü yıllarca olayların bu kadar dışında olması onda olayların içine girememe hastalığını yaratıyordu.
 Dünyanın bir sahne ve insanlarında kendi hayatlarının baş rolünde olduğunu söyleyen klişeye tamı tamına uyuyordu. Dışavurumu talep eden her turlu histe, sanki bir kamera onu yakin plandan alıyormuşçasına, ucunu bir gözle kendisini görüyor, anın içine girmektense, ana şahit oluyordu.Oysa herkesin sahip olduğu olanağın onun tarafından sahip olunması şaşırtıcı ve senlikli bir haberdi. Aksam çalıştığı yer dışında kalması, her an telefona ulaşabilmesi...

16 Haziran 2012 Cumartesi

Bir Roman Üzerine Eleştiri: Tatlı Rüyalar, Tatlı Eylemler


Giriş

Arkadaştan(!) aldığım ve genç bir yazar olduğunu düşündüğüm Alper Canıgüz taradından yazılmış ve başlığın altında, psikolojik, absürd vb. iddialı ifadeler ve kafkaesk dört ayağı uzatılmış bir yatak ve üzerinde yatan bir çöp adamın yer aldığı minimalist kapağa sahip bir roman Tatlı Rüyalar.


Kısa Bir Özet

Kitap bir ilan yazısıyla açılır. Yalnız bildik ilanlardan değildir bu. 25 yaşında, iki dil bilen ve yaşamının geri kalanını geçirebilmek için bir bölümünü satan bir adamın ilanıdır bu. Hector Berlioz adlı, annesi Türk babası Fransız bir meraklı da, bu ilan tam benim aradığım iş için uygun birinin ilanına benziyor deyip sarılır telefona. Ondan sonra karşısına çıkan sekreterle konuşması sonrası o gün saat 4 e bir randevu alır. Bir apartman müştemilatında buluşurlar. Hector Berlioz, kendisine Hamit diyen ancak daha sonraları gerçek adının Abdülhamit olduğunu öğreneceğimiz şahısa, annesinin güzel ve aynı zamanda akıllı olan annesinin, ailesini kandırıp evlendirilmeden, liseye kadar okuduğunu ve ardından zamanında hayalleri olan her genç kız gibi İstanbul’a gitmek yerine, film festivalinin yapıldığı Cannes’a gittiğini ve o sırada ileride eşi olacak film yapımcısı babasıyla tanıştığını, babasının fransız-amerikan ortak yapımı bir vampir filminin çekimi esnasında, başrol oyuncusuyla tartıştığını ve bunun sonucu boynundaki atardamarının ısırılarak vefat ettiğini, annesinin de bunun üzerine bir daha hiç vampir filmi izleyemediğini, annesinin geçimlerini sağlamak için Paris’e gidip modellik yaparak yaşamını kazandığını anlatır.
Bu giriş bölümünün ardından, Profesör Fişek Olcayto ve Şevket Hakan Tunçel karşılaşmaları ve ŞHT nin rüyasında, Hector Belioz olarak uyandığını anlatmasıyla roman iki boyutlu bir evrene taşınır.

Anlayamadıklarım

ŞHT nin test sırasında gördüğü resimle ilgi bir hikaye anlatılması istendiğinde, bunu kederli bir müzisyen ve onun hiç sevmediği eşinin kurgusal hikayesi anlatır. Ancak kitabında sonunda Şeref güzeller güzeli sevgilisiyle bu parçaları dinleyip, yorum yaparken ne denmek istediğini anlayamadım. Burada anlatılmak istenen, ŞHT nin aslında kurgu bir hikaye anlatmadığı mıdır? Aslında kurgularımızın da gerçek olduğunu, hatta hayal kurarsak her şeyin gerçek olacağını mı anlatıyor, anlayamadım. İtiraf ediyorum: Angutum. Anlatırsanız anlarım ama.

Selam Çaktıkları

Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları adlı ilk romanı.

Yorum

Gerçekten güzel bir hayal gücünün ardından güzel kurgulanmış bir roman olan Tatlı Rüyalar, tam olarak edebiyat olarak adlandıramayacağımız bir türün temsilcisi gibi gözükmekte. Özellikle kitabın psikoloji yüksek lisans dersleri esnasında, ve Hisarüstü bölgesinde olduğu söylenmesi sebebiyle rahatlıkla Boğaziçi Üniversitesi olduğunu söyleyebileceğimiz okulda, geçen muhabbetler okuyucu da düşünülerek çok basite indirgenerek güzelce anlatılmış. Bu romanın absürdlüğü içinde kabul edilebilir bir şey. Üçünçü tekil şahıs tarafından anlatılan romanda, Profesör Fişek’in düşünceleri ve duyguları tasvir edilirken sallapati davranılmış gibi. Zira kendisinin aslında çok da yetkin olmadığı ve bu konu hakkında eğitim görmemiş ve sadece meraklı ve psikoloji ve diğer birkaç bilim hakkında okuma yapmış bir bilgisayarcı olan Şevket Hakan Tuncel ve fikirleri karşısında aciz kaldığını görmemiz çok da özenilmiş bir karakter olmadığını gösteriyor. Kısaca unvan kısmı abartılı, zeka kısmı eksik bir karakter olmuş.

Panş'ın kurduğu şu cümle de Inception'da acayip bir Tatlı Rüyalar esintisi olduğu izlenimi verdi nedense:
"Yaşadığınız hayat sadece bir olasılıktır Profesör. Hayal edebileceğiniz tüm hayatlardan sadece biri.... Bebeka'yla ikimizi bekleyen sonsuz yaşam bulunuyor. Bunu anlayabiliyor musunuz?"

Diğer karakter için söylenilecek bir şey yok. Hepsi arkaplanları ve yaptıklarıyla özene bezene yaratılmış olduklarına şüphe bırakmıyorlar. Özellikle Hamit (Abdülhamit) karakteri çok etkileyici. Abdülhamit’in attığı yalanlar ise gerçekten yetkin bir hayal gücünün eseri. Bu kadar güzel yalan atabilmek ne kadar da güzel !

Şahsım açısında en etkileyici cümle Profesör’ün ABD zamanlarındaki ve anladığımız tek sevgilisi tarafından söylenen şu cümledir: “ senin iraden güçlü değil hayatım, sadece tutkuların zayıf.”

Yazar Hakkında araştırmalarım Sonrası

Kendisi Boğaziçi Psikoloji mezunu imiş. Romanda Profesörün akademiyi küçümseyen düşüncelerinin karşılığını bulmuş olduk. Hisarüstündeki okulda Boğaziçi olduğunu doğruluyor bu bilgi. Anladığım kadarıyla Boğaziçili olarak anılmamak isteyen birisi. Özgeçmişine şurda burda okudum diye yazdırmamış. Kitabın bir yerinde “Türkler meslek sahibi olamayan bir milletiz, siz de öyle değilsiniz Professör. Yani demek istediğim varoluşsal sebebiniz sahip olduğunuz meslek değil” diyerek, kurum için birey değil, birey için kurum olduğu düşüncesini savunuyor olduğunu gösteriyor. Kurum-birey hiyeraşisini güzel bir şekilde konumlandırmış bence.

Afili filintalardan olduğunu öğrenmem ise,  bu dünyayı değiştiremezsin, ancak hayalleri değiştirebilirsin felsefesine sahip olmasını açıkladı. Zira bu güruh yaşanılan dünyadan kaçıp,daha doğrusunu bunun makro sebeplerinden kaçıp, birey dünyasındaki sonuçlarıyla ilgilenen bir refklese sahipler. Genelleme yapmak ne kadar yanlış olsa da, onların yakınlarından birine dokunulmadığı sürece bir şey söylemedikleri de aşikardır. Ya da romanlarında bu konuları işlemedikleri. Bu onların tercihi. Ancak  edebiyatın değiştirici özelliğini küçümseyen bir buhrana kapılmış olduklarını düşünmekten de alamıyorum kendimi. Bu herşeyden bıkmış ve masallar ve absürdlükler dünyasında yaşamaya karar vermiş yazarların, o güzel zekalarıyla, yaşadıkları çağla ilgili daha çok söz söylemelerini isteyenlerdeydim.

12 Haziran 2012 Salı

dizel makinelerin tarihçesi

Dizelin hikayesi benzinli motorun bulunması ile başlar. Nikolaus August Otto 1876 yılında benzinli motoru keşfedip, patentini almıştır. Bu buluşla birlikte Otto Döngüsü olarak da bilinen dört-zamanlı yanma prensibi oluşturulmuştur. Aynı zamanda Otto'nun buluşu modern motorların temel bir öncülüdür. İlk zamanlarında, benzinli motorlar yeterince verimli değildi ve ulaştırmada diğer yaygın bir yöntem olan buharlı makineler gibi başarısız oldu. Benzinin yalnızca yüzde 10'u gerçekten aracı hareket etme amacıyla kullanılmaktaydı. Geri kalan benzin yalnızca faydasız bir ısı üretiyordu.
1878'de, Rudolf Diesel, buhar ve benzin motorlarının düşük verimliliğini öğrenirken, Almanya Teknik Lisesinde eğitim görmekteydi. Bu rahatsız edici bilgi ona yüksek verimlilikli bir motor yaratmak için ilham verdi ve kendisini "Yanma Güç Motoru" geliştirmeye adadı. 1892'de Diesel, günümüzün dizel motorunun patentini aldı.
Eğer dizel motorlar çok verimli ise, neden daha yaygın kullanmıyoruz ki? Belki de dizel motor kelimelerini gördüğümüzde büyük araçlar canlanıyor. Zihnimizde siyah, isli dumanını dışarıya doğru püskürten ve bu esnasda gürültülü bir patırdama çıkaran ağır yük kamyonu canlanıyor. Dizel makineler uzun mesafeleri düşük bir maliyetle karşılasa bile, dizel araçların ve motorların bu olumsuz algılanması dizelleri sıradan Amerikan sürücüleri daha az tercih etmektedir. Ancak, dizel makinelerin daha hoş ve daha az gürültülü iyileştirilmesiyle, bu değişmeye başladı.